GEÇMİŞE ÖZLEM
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, her gün gelişen teknoloji benim gibi yaşı ilerlemiş kişileri şaşkına çeviriyor. Çok gerilere gitmeden, yani bundan 25-30 yıl önce teknolojinin geldiği bugünkü yeri anlatsalar, bilim- kurgu filmi nitelemesi yapardık.
Yaşamın tüm alanlarında ki bu hızlı gelişimin 15-20 yıl sonrasını ise düşünmekte doğal olarak zorlanıyorum.
Peki teknolojik gelişmenin voleybolla bağlantısı nerede?
İşte burada takılı kalıyorum. 1962 yılında ilk lisansımın çıktığı günden beri, oyuncu, antrenör, gazeteci olarak voleybolun içindeyim. Bu branşımızın nereden nereye geldiğini yakından izliyorum. Erkeklerde 1967 ve 1972 yılllarında Galatasaray Erkek Takımımın 2 kez Şampiyon Kulüpler Kupası’nda 4’lü Finale kaldığı, kadınlarda Eczacıbaşı’nın Kupa Galipleri Kupası’nda dört takım arasına girdiği, 1980 de rahmetli Cengiz Göllü’nün antrenörlüğünü yaptığı bu kulübümüzün Şampiyon Kulüpler Kupası’nda ikinci olarak kürsüye çıktığı günleri yaşadım.
Bu arada Eczacıbaşı’nın arkasından kadınlarda ilk kez CEV Kupası’nda 4’lü Finale yükselen (2 İtalyan, 1 Alman ekibi vardı) ikinci ekibimiz benim antrenörlüğünü yaptığım yabancı oyuncusuz Ankara Pazarları oldu (bu arada kendime de biraz övünme payı çıkardım). Bu çıkışların gazetelerde günlerce yazıldığı o dönemlerde, işin ilginç tarafı; Avrupa Voleybolu kadınlarda bugünkü gibi birkaç ülkenin tekelinde değildi. Bulgaristan, Demokratik Almanya, Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Polonya, Rusya yeni adıyla Çekya gibi o zamanın güçlü, şimdi ise orta sıralarda yer alan ülkeler de söz sahibiydi.
O yılların ardından voleybolumuzda hızlı bir yükseliş başladı. Öyle ki Avrupa Kupaları bizden sorulur oldu. Hatta geçen sezon ekiplerimizin Şampiyonlar Ligi’nde finale yükselememelerini, bu yılın Aralık ayında ki Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda (bu güne kadar yapılan en zorlu ve en iyi ekiplerin katıldığı organizasyondu) Eczacıbaşı VitrA’nın ikinciliğini, Vakıfbank’ın üçüncülüğünü sorgular olduk.
Yılların getirdiği büyük teknolojik gelişmeye, değişen oyun kurallarına ve sistemlere, çok yabancılı kadrolara karşın, eskinin yaratıcı antrenörlerini, tekniği yüksek oyuncuların beceri dolu hücumlarını, sayıya ulaşmak için yapılan pozisyon feyklerinin, atak çeşitlemelerinin yarattığı görsel güzellikleri ben özlüyorum.
O renkli oyundan, bu gün “At pası köşeye, yüksek” düz voleyboluna, yani erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da gücün ön planda olduğu bir anlayışa geldik.
Onun için şimdi voleybolun en değerli oyuncuları olarak pasör çaprazları gösteriliyor. Oyunun büyük bölümü onların üzerine kurgulanıyor. Maç sonraları “En değerli oyuncu” çoğunlukla onlar arasında seçiliyor.
Servis karşılamayan, savunmaya yeterince katkı vermeyen, bloktan alınan sayılarda diğer sporculardan farklı olmayan, yani sadece sert hücumlarıyla takımın göz bebeği olan bu oyuncular her zaman el üstünde tutuluyorlar.
Tamam, bu sistem sayı alan oyuncuyu hep ilk sıraya yerleştiriyor. Onda hem fikiriz. Ama bu oyunda her şeyi yapan (ben onlara takımın askerleri diyorum) diğerlerine de fazlasıyla haksızlık yapıyoruz.
Orta oyuncular içinde (sayıları az olan başarılıları hariç tutarak) bazı şeyler söyleyebiliriz. Sağ olsun liberolar. Onlar sayesinde işleri çok kolaylaştı. Arkaya gelince çık, otur dinlen, su iç. Arkadaşların içeri de neler yapıyorlar, göz ucuyla seyret. Sonra tekrar oyuna gir. Top atılırsa (ki çoğunlukla da tercih edilmiyor) hücum yap, yetişebilirsen köşelere bloğa git. Hepsi bu. Şimdi bizler buna “oyunda görev paylaşımı” diyor işin içinden çıkıyoruz.
Bu yazdıklarım genel anlamda kadın voleybolu için. Çünkü erkeklerde orta oyuncular hücumlarda çok daha aktif kullanılıyorlar. Ataklarda yapılan çeşitlemelerle sayı yükünü paylaşabiliyorlar. Ancak kadınlarda bu oran çok düşük kalıyor. Maç sonu istatistiklere bir göz atın. Orta oyuncuların aldığı pas oranının azlığını görürsünüz. Bazen bir seti atak yapmadan bitirenler bile oluyor.
Hemen “iyi manşet gelmezse tabi ki ortadan hücum olmaz” diyeceksiniz. Tamam. Ama teknik adamların şartlandırdığı pasörlerin, genelde güçlü atak yapan pasör çaprazlarına veya 4 numara oyuncularına, biraz da sorumluluktan kaçmak için daha çok pas attıklarını (hele 20’li sayılara gelindiyse) göz ardı etmeyin derim. Ayrıca bir maçta, bir pasörün smaçörüne bloksuz top vurdurduğunu nadiren görürsünüz. Hatta tekli blokta bıraktığına bile çok az sayıda şahit olursunuz. Yani bence eskiden pasörler çok daha fazla yaratıcıydı. Şimdilerde bu özellikleri kayboldu.
Öte yandan değişen oyun sisteminde liberoların önemli bir yeri var. Geliş amacı da biliyorsunuz, topun oyunda daha çok kalmasını sağlamaları içindi. Bu da bir anlamda gerçekleşti. Ancak bazı antrenörlerin çift libero ile oynamalarını ben anlamakta zorluk çekiyorum. Servis karşılamak için oyunda olan libero, servis takımına geçince diğer liberoyla değişiyor. Top karşıya geçince yeniden oyuna giriyor. Ekibin en önemli oyuncusu sayılan, takımın yerleşiminde rol oynaması gereken liberolar, bu hızlı giriş- çıkışlar da, hele servis de kaçmışsa nasıl konsantırasyon sağlıyorlar? Sorusuna yanıt veremiyorum.
Yukarıdaki satırlarda yazdığım gibi; ben, oyuncuların tüm becerilerini ortaya koyduğu renkli ve yaratıcı voleybolu özlüyorum. Umarım yakın zamanda, hem kulüp takımlarımız, hem de ulusal ekiplerimiz sayıya ulaşmak için görsel çeşitliliği de ön plana alan bir voleybol anlayışını tekrar sahaya yansıtırlar. Böylece seyirci daha da artar ve mücadelelerden daha çok keyif alırlar…